Sen en iyisi bir eşek bul

ERDOĞAN KAYA
ABONE OL

Bugün iki fıkra anlatayım, ABD artık kendine Türkiye değil bir eşek bulmalı.

     Eski çağlarda bir kral hava durumunu öğrenmek için bir müneccim tutmuştu.

Kral bir gün balığa çıkmaya karar verdi. Balık tutmak için gideceği yer de sevdiği kızın evinin önündeki göl kenarıydı. Kral sevdiği kıza güzel görünmek için en yeni elbiselerinden birini giymişti. Ama yağmur yağıp da güzelim elbisesi bozulur diye kaygılanıp müneccime gitti. Müneccime havanın nasıl olacağını sordu. Müneccim:

Kralım hiç kaygılanmayın, bir damla bile yağmur yağmayacak, dedi.

Kral da gönül rahatlığıyla balığa çıktı. Bir süre sonra bir köylüyle karşılaştı. Köylü kralı selamladıktan sonra konuştu:

Saygıdeğer kralım. Güzel elbisenizin bozulmasını istemiyorsanız bir an önce saraya dönseniz iyi olur. Çünkü müthiş bir sağanak geliyor.

Kral şaşkındı:

Nasıl olur? Az önce müneccime sordum. Bir damla bile yağmur yağmayacak dedi. Ona mı inanayım, sana mı, diye cevap verdi.

Kral yoluna devam etti. Ama az sonra müthiş bir yağmur başladı ve kral sırılsıklam oldu. Saraya döndüğünde de ilk iş olarak müneccimi kovdu ve adamlarına emir verip o köylüyü bulup getirmelerini istedi. Bir süre sonra köylü saraya geldi. Kral köylüye kendisini müneccimbaşı tayin ettiğini söyleyince köylü boynunu bükerek konuştu:

Ben müneccim değilim efendimiz. Yağmur yağacağı zaman eşeğim kulaklarını indirir. Sizinle karşılaştığımız vakit eşeğim kulaklarını o kadar indirmişti ki sağanak olacağını anlamıştım. Sizen iyisi beni değil bir sağlam eşek bulun” dedi.

       Amerika artık bizi eski Türkiye zannetmesin, artık el göüste duracak köle değiliz.

Nasihat

Son günlerde adamın birisi müthiş bir hastalığa tutulmuş. “Nasihat Çekme Hastalığı.”

Çevremdekilerin hâl ve hareketlerinden konuşmalarına ve hatta kıyafetlerine kadar her şeylerine bir kulp takıyor ve çektiği nutuklarla, onların hayatına yön vermeye çalışıyordum.

O gün otobüste rastladığım çocukların da sözlerimden mahrum kalmamalarını istemiştim. Her ikisinin de 7-8 yaşlarında olduğunu tahmin ediyordum. Önümdeki koltuğa anneleriyle birlikte oturmuşlar ve çantalarına sıkı sıkıya sarılmışlardı.

Birisinin bana doğru bakmasından istifade ederek:

Merhaba delikanlı, dedim. Herhalde okula gidiyorsun. Söyle bakalım İslâm’ın şartı kaç?

Çocuk tepeden inme bu soru karşısında ne diyeceğini bilememiş ve yüzüme şaşkın şaşkın baktıktan sonra başını öne eğmişti. Belli ki böyle bir şeyden haberi bile yoktu.

 Bu sefer diğerinin omzuna dokunup:

 Kardeşin sorduğum soruyu bilemedi, dedim. Peki sen Peygamberimizin ismini biliyor musun?

O da cevap verememiş ve üstelik hiç aldırmamış gibi görünerek, kardeşi ile birlikte gülüşmeye başlamıştı.

Can sıkıntısıyla annelerine dönüp:

        Çocukların bu kadar boş yetişmelerinden üzüntü duymalıyız, dedim. Üstelik okula da gidiyorlar değil mi?

Kadın hüzünlü bir ifadeyle:

İki yıldır getirip götürüyorum, dedi. Ama sorularınıza cevap verebileceklerini zannetmiyorum.

Sesimi biraz daha yükselterek:

       Bu basit bilgileri okulda öğrenmeseler bile sizin vermeniz gerekirdi, dedim. Memleketin geleceği onlara bağlı öyle değil mi?

Kadın, herhalde suçunun büyüklüğünü anlamış ve bir şeyler diyecek gibi olmasına rağmen, susmayı tercih etmişti. Birkaç durak sonra otobüsten indi ve çocukların ellerinden tutarak, okul olduğu anlaşılan bir binaya doğru ilerledi.

Otobüs camının buğusunu silerek, girdikleri kapının üzerindeki yazıyı okudum.

“Sağır ve Dilsizler Okulu” yazıyordu.