Paris Anlaşması, iklim değişikliği konusunda yasal bağlayıcılığı olan uluslararası bir anlaşmadır. 12 Aralık 2015 tarihinde Fransa'nın Paris kentinde düzenlenen BM İklim Değişikliği Konferansı'nda 195 taraf ülke tarafından kabul edilmiş ve 4 Kasım 2016 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Şu an Birleşmiş Milletlere üye neredeyse tüm ülkeler tarafından –ABD dışında– imzalanmış bir anlaşmadır. Görünürdeki amacı, dünyanın fazlaca ısınmasının önüne geçmektir.
Türkiye de bu anlaşmayı 2015 yılında imzalamış; ancak içimiz çok rahat olmamış olacak ki, onay süreci beş yıl gecikmiş, 2021 yılında Meclis’ten geçirilerek yürürlüğe konmuştur. Bu anlaşmanın en önemli maddelerinden biri, her ülkenin kendi İklim Kanununu çıkarmasını zorunlu kılmasıydı.
Peki, dünya ülkeleri bu kanunları gönüllü olarak mı çıkardı? Hayır. Türkiye de dâhil olmak üzere, gelişmekte olan bütün ülkeler bu kanunu mecburiyet altında çıkardı. Aksi takdirde Avrupa Birliği gibi küresel güç merkezleri tarafından ağır ekonomik yaptırımlara uğrayacaktık.
Bu noktada şunu açıkça belirtmek gerekir: Şu an iktidarda hangi parti olursa olsun, bu anlaşma imzalanmak ve bu kanun çıkarılmak zorundaydı. Sosyalist, milliyetçi ya da dindar fark etmez; tüm siyasi eğilimler bu küresel düzenin dışında kalmayı göze alamazdı. Eğer bir iktidar bu anlaşmayı imzalamasa ne olurdu?
a) Türkiye’ye döviz girişi hızla azalır; dolar kuru, bugünkü fiyatının en az dört katına çıkardı.
b) Tarım ve hayvancılığı bitirmiş, üretim kabiliyetini kaybetmiş bir ülke olarak, ithal edemediğimiz temel gıda ürünleri ciddi kıtlığa yol açardı. Un, yağ, et, süt ürünleri gibi temel gıdalar karaborsaya düşebilir; Ayçiçek yağı fiyatı 6–7 katına, et fiyatları 3–4 katına çıkabilirdi.
c) 600 milyar doları bulan dış borcumuzu ödeyemez hale gelir; ihracat duracağı için kamu çalışanlarının maaşları ya ödenemez ya da parça parça verilirdi.
d) Otomobil ve beyaz eşya üretimi ciddi şekilde azalır; ikinci el ürünler aşırı pahalı hale gelir, milyonlarca insan işsiz kalırdı.
e) Eczaneler ilaç tedarik edemezdi. Medikal malzeme satan dükkânlar kapanırdı.
f) Uçak seferleri durur, metro sistemleri çökerdi çünkü gerekli parçaların çoğu ithal.
Ve bu saydıklarımız hayal değil. İran, Venezuela ve Küba gibi ambargo görmüş ülkelerin durumuna bakıldığında, Türkiye çok daha derin bir kriz yaşardı. Üstelik bu ülkelerin halkı, direniş kültürüne alışkınken; bizim toplumumuz en küçük konfor kaybında dahi huzursuzluğa kapılan, mücadele refleksi zayıf bir toplum hâline geldi.
Peki, bu büyük kriz tehdidinin ardında yatan “çevrecilik” gerçekten doğayı mı koruyor? Yoksa insanı, toplumları ve devletleri dönüştürmeyi mi amaçlıyor?
Allah Teâlâ, yeryüzünde bozgunculuk yapanların aslında insan fıtratına düşman olduklarını bildirir. Kur’an-ı Kerim’de “Onlardan herhangi biri bir görevle yetkilendirilince, hemen ekinleri ve nesilleri ifsat eder” buyrularak bu niyet açıkça ortaya konmuştur. Çünkü insan fıtratını hedef alan her müdahale, aynı zamanda toprağı, tohumu ve nesli de bozar.
Bugün bu bozulma, doğal olanın tasfiyesiyle hız kazanmış durumdadır. Tarım ve hayvancılığa yönelik sınırlamalar, genetiği değiştirilmiş tohumlar, hormonlu ürünler, katkı maddeleriyle üretilen gıdalar ve yapay etler, insanın yaratılışına uygun olanı ortadan kaldırma amacını taşıyan büyük bir dönüşümün parçasıdır.
Bu dönüşüm, genellikle çevreyi koruma, iklim değişikliğiyle mücadele etme gibi iyi niyetli söylemlerle sunulmaktadır. Ancak bu söylemlerin ardında bireyleri kontrol altına alma hedefi vardır. Paris Anlaşması ve sonrasında çıkarılan İklim Kanunu, bu çerçevede dayatılan küresel politikaların bir parçasıdır.
Türkiye de ekonomik yaptırımlar ve AB ile olan ticari ilişkileri nedeniyle bu kanunu hazırlamak zorunda kalmıştır. Ancak burada esas mesele şudur: Devlet bu anlaşmayı reddetse ve ülke ağır yaptırımlarla karşı karşıya kalsa, halk olarak biz bu direnişi destekler miydik, yoksa hayat pahalılığına dayanamayarak bu yasaların çıkarılmasını mı isterdik?
Çünkü halklar, büyük bedeller ödemeye hazır olmadıkça hiçbir bağımsızlık gerçekleşemez. Konfor hastalığına kapılmış, israfa alışmış, mücadele etmek yerine sosyal medyada tepkisini dile getirerek içini rahatlatan bir halk, hiçbir zaman bağımsız bir devleti yaşatamaz.
İklim Kanunu’na dönersek… 2025 yılında Türkiye’de yürürlüğe giren bu yasa, ilk bakışta çevreyle ilgili görünse de aslında bireylerin hayat tarzını biçimlendirmeye yönelik dijital bir altyapı sunmaktadır. Örneğin;
a) 4. madde, kamu kurumları ve bazı özel işletmelerin karbon salım verilerini dijital olarak bildirmesini şart koşar.
b) 5.madde, herkesin enerji planı yapmasını öngörür.
c) 9.madde, bazı işletmelerin üretim izni alabilmesi için karbon salım hakkı edinmesini zorunlu kılar.
d) 14.madde, kurallara uymayanlara ceza verileceğini ve üretim izinlerinin iptal edileceğini bildirir.
Bu düzenlemeler bugün için fabrikaları ve işletmeleri ilgilendiriyor gibi görünse de, yakın gelecekte bireylerin kombi kullanımı, araç kilometresi, tatil tercihleri, alışveriş davranışları dahi izlenip puanlandırılabilir. Bu da doğayı koruma bahanesiyle yaşam biçimimizin sisteme uygun hale getirilmesi anlamına gelir.
Tüm bu gelişmeler, Çin’de uygulanan sosyal kredi sistemine çok benzeyen bir yapının habercisidir. Çin’de vatandaşlar sadece çöp atmak ya da gönüllü iş yapma gibi davranışlarla değil, sosyal medya paylaşımları ve siyasi görüşleriyle de puanlanmakta; kara listeye girenler seyahat edememekte, çocuklarını istedikleri okula gönderememekte, kamu hizmetlerinden mahrum kalmaktadır.
Bugün Türkiye’de henüz böyle bir sistem bulunmamakla birlikte, İklim Kanunu’nun getirdiği dijital düzenlemeler bu yapıya uygun bir zemin hazırlamaktadır. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, İstanbul Ekonomi Zirvesi’nde yaptığı konuşmada, karbon ayak izinin vergilendirilmesi gerektiğini söylemesi bu yönde atılmış somut bir adımdır. Kombisini biraz fazla açan bir emekli, birkaç kez uçak yolculuğu yapan bir memur, büyük motorlu araç kullanan bir vatandaş, ileride cezalandırılabilir.
Peki, tüm bu dayatmalar çevre için mi? Elbette hayır. Çünkü en fazla çevreyi kirleten ülkeler –ABD, Çin, Rusya, Fransa– bu sistemin dışında kalmakta, herhangi bir yaptırıma maruz kalmamaktadır. Devasa şirketler, silah endüstrisi, maden lobileri çevreyi tahrip etmeye devam ederken, sıradan bireylerin suyu dikkatli kullanması bekleniyor.
Gemilerle denizlere boşaltılan petrol ve benzeri atıklarla deniz ekosistemi yok ediliyor. Çeşitli biyolojik, kimyasal hatta nükleer denemeler ile toprak, hava ve su kaynakları harap ediliyor. Kutuplarda ABD tarafından kurulan gizli araştırma santralleri – Bu bilgi, 2024 yılında NASA radar görüntüleriyle ortaya çıkarılan Camp Century haberine dayanmaktadır.– o bölgenin hassas ekolojik sistemini geri dönülmez şekilde tahrip ediyor. Bütün bu faaliyetler görmezden gelinirken, evinde fazla elektrik yakan vatandaş uyarı alıyor, vergilendiriliyor.
Gerçekten çevre politikası uygulanıyor olsaydı, doğayı en çok kirletenler cezalandırılırdı. Oysa burada adaletsizlik sistemin temelidir.
Çözüm ise açıktır, ama kolay değildir. Gerçek bir bağımsızlık, sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel olarak da inşa edilmelidir. Türkiye'nin bu sömürü sisteminden çıkması için, devletin önce kendi içyapısındaki gelir eşitsizliğini, etnik ve dini ayrışmaları, kurumlar arası güven krizini çözmesi gerekir. Halk ile devlet arasındaki güven yeniden inşa edilmeli, ortak amaç etrafında birleşilmiş bir kalkınma planı uygulanmalıdır.
Bu da ancak uzun vadeli, en az 10 yıllık milli bir planla mümkündür. Türkiye’nin yerli ve milli sermaye üretmesi, kendi tarımını, teknolojisini, ilaç ve savunma sanayisini ayağa kaldırması için gereken zemin, iç barış ve sosyal adaletle kurulabilir. Aksi takdirde dışa bağımlılığımız sürdükçe bu tür anlaşmaların önünde diz çökmek kaçınılmaz olur.
Aynı şekilde halkın da değişmesi gerekir. Konfor bağımlılığından, israf alışkanlıklarından, kısa vadeli çıkar hesaplarından kurtulmadan onurlu bir duruş sergilemek mümkün değildir. Mücadele eden halklara yakışan, kolaycılıkla değil, dirençle hareket etmektir. Küresel kuşatmalara karşı dimdik duracak bir toplumsal yapı, tüketici değil, üretici olmayı seçen; eleştiren değil, sorumluluk üstlenen bir halkla mümkündür.
Sonuç olarak, İklim Kanunu yalnızca çevreyle ilgili değildir; bireyin kontrol altına alındığı bir sistemin yapı taşlarından biridir. Bu nedenle herkes kendine şu soruyu sormalıdır: Gerçekten doğayı mı koruyorlar, yoksa bizi köleleştirmeye mi çalışıyorlar?
Yorumlar
Kalan Karakter: