Toplumda giderek derinleşen ama çoğu zaman fark edilmeyen bir sorun, kadının evdeki emeğinin değersizleştirilmesidir. Geçmişte evin içinde hissedilen yemek kokusu yalnızca fiziksel bir ihtiyacın karşılanmasına işaret etmezdi. Bu koku aynı zamanda düzenin, bağlılığın ve paylaşımın da simgesiydi.
Günümüzde ise evde kalmak, çocuk büyütmek ya da bir sofrayı özenle kurmak birçok kişi tarafından "küçük işler" olarak değerlendirilmektedir. Kadının çalışmak istemesi, üretken olması elbette toplumsal gelişim açısından önemlidir. Ancak sorun şuradadır: Toplum, evde kalan kadını değersiz; dışarıda çalışan kadını ise değerli görmektedir. Bu değer yargıları, bireyin kendilik algısını doğrudan etkilemekte, bir kopuşun zeminini hazırlamaktadır.
Kadının kendini yalnızca dış dünyada kanıtlamaya zorlanması, ev içi rollerin önemini göz ardı ettirmektedir. Ev işleri sistematik bir biçimde görünmezleştirildiğinde, bu emeği harcayan kişi zamanla yaptığı işin anlamını sorgulamaya başlar. Takdir edilmeyen iş değersiz hissedilir. Kadın da bu durumda kendini sosyal medya, televizyon ya da diğer dikkat dağıtıcı araçlar arasında oyalanırken bulabilir. Bu ise yalnızca zaman kaybı değil; bireyin öz benliğinden uzaklaşmasına da neden olur. Kendi emeğini değersiz gören bir bireyin psikolojik dayanıklılığı da zayıflar. Tüm bu süreçler yalnızca bireysel yıpranma değil, toplumsal çözülme olarak da değerlendirilmelidir.
Anne-Çocuk İlişkisinin Gelişimsel Boyutu
Kadının annelik rolü, çocuğun hem fiziksel hem de bilişsel gelişiminde belirleyici bir faktördür. Gelişim psikolojisi alanında yapılan araştırmalara göre, özellikle ilk üç yaşta annenin fiziksel ve duygusal varlığı, çocuğun beyin gelişimini doğrudan etkilemektedir. Harvard Üniversitesi’nin 2011 yılında yayımladığı bir çalışmaya göre, erken yaşta anneden yeterli ilgi gören çocukların ön beyinleri daha sağlıklı gelişmektedir. Ön beyin, duygusal kontrol, karar verme ve sosyal davranışlardan sorumludur. Annenin varlığı yalnızca beslenme ya da fiziksel bakım ile sınırlı değildir; güvenli bağlanma modeli çocuğun özgüven gelişiminde belirleyici rol oynar.
Yirmidört aylık bir bebeğin bakıcıya bırakılması, bilimsel verilerle değerlendirildiğinde, çocuğun bağlanma sürecinde aksaklıklara neden olabilir. Elbette tüm aileler benzer koşullarda değildir; ancak çocuğun sağlıklı gelişimi için temel ihtiyaçlardan biri, kendisine koşulsuz sevgi sunabilecek birincil bakıcı ile kurulan güven ilişkisidir. Bu kişi çoğunlukla annedir. Yapay ortamda, ücret karşılığı sağlanan bakım ile doğal sevgi temelli bakım aynı sonuçları vermez. Bağlanma kuramı üzerine yapılan çalışmalarda, anne-çocuk arasında kurulan güvenli bağın, bireyin ileriki yaşamında kuracağı ilişkilerin temelini oluşturduğu ifade edilmektedir. Bu bağ sağlıklı kurulmadığında, çocuk ya içe kapanma eğiliminde olur ya da dışarıdan sürekli onay bekleyen bir kişilik geliştirebilir.
Bu sürecin uzun vadeli etkileri toplumu da doğrudan etkiler. Sevgiyle değil, yalnızca fiziksel bakım ile büyütülen bireyler ileriki yaşlarda empati kurmakta, sağlıklı iletişim geliştirmekte zorlanabilirler. Aile içindeki sıcaklık kaybolduğunda, dış dünyadaki başarılar da anlamını yitirebilir. Çünkü insan, duygusal olarak beslenmediği bir ortamda yalnızca işlevselliği üzerinden değerlendirilen bir varlığa dönüşür.
Ekonomik Sistem, Tüketim Kültürü ve Toplumsal Dönüşüm
Modern kapitalist sistemin temel varsayımlarından biri, üretken bireyin tüketimi artıracağıdır. Bu çerçevede kadın emeğinin ev içinden dışarıya çekilmesi stratejik bir tercihtir. Kadın iş gücüne katıldığında yalnızca üretici değil, aynı zamanda daha çok tüketen bir birey hâline gelir. Ayrıca, çocuk bakımı gibi asli görevler profesyonel hizmetlere devredildiğinde, hem eğitim sistemine hem de bakım sektörüne yeni müşteri alanları açılır. Bu durum sistemin döngüsünü sürdürmesi açısından faydalı görünür. Ancak bu tercihin uzun vadede aile yapısını zayıflattığı da göz ardı edilmemelidir.
Büyük sermaye sahiplerinin kendi eşlerini evde tutmaları, çocuklarını birebir kendilerinin yetiştirmeleri, bu çelişkiyi daha da görünür kılar. Kamuya yönelik söylemlerde "kadın mutlaka çalışmalıdır" mesajı verilirken, bu mesajı üreten sınıf kendi aile yapısını geleneksel değerlerle koruma eğilimindedir. Çünkü güçlü aile yapısı, bireyin duygusal dayanıklılığını artırır ve uzun vadede toplumun istikrarını sağlar. Ancak kitlelere yönelik söylem, kadının evde kalmasını tembellik, dışarıda çalışmasını ise başarı olarak tanımlamaktadır. Bu ikilik, toplumsal yargıları hızla dönüştürmektedir.
Kadının ev içindeki emeği küçümsendiğinde, erkek de ev içi sorumlulukları göz ardı etmeye başlar. Bu da iki tarafın da tükenmesine neden olur. Kadın üretim baskısı altında, erkek ise paylaşım sorumluluğundan uzak bir biçimde yaşamaya çalışır. Ancak bu şekilde bir toplumsal denge sürdürülebilir değildir. Ev içi emeğin görünür kılınması, kadın ve erkeğin tamamlayıcı rollerle birbirine destek olması, bireyin hem kendilik algısını hem de toplumsal aidiyetini güçlendirecek bir yapının temelini oluşturur.
Yorumlar
Kalan Karakter: