Tarih, sadece olmuş bitmiş olayların yazıldığı bir kitap değildir. Aslında tarih, insanlığın defalarca yaptığı hataların, korkuların ve uyanışların tekrar tekrar sahnelendiği bir tiyatrodur. Perde değişir, dekor değişir, oyuncular değişir ama senaryo daima aynı kalır.
Firavun’un hikâyesi de bu evrensel senaryolardan biridir. Eski Mısır’da hüküm süren bu zorba kral, bir gece gördüğü rüyayla sarsılmıştı. Rüyasında, Beyt-i Makdis tarafından çıkan bir ateşin Mısır’ı sardığını, yalnızca İsrailoğulları’nı yakmadığını görmüştü. Uyandığında derhal kâhinlerini çağırdı. Kâhinler şöyle dediler: “İsrailoğulları’ndan doğacak bir çocuk, senin saltanatını yıkacak.”
Ve Firavun dehşete kapıldı.
O andan itibaren, İsrailoğullarından doğan her erkek çocuğun öldürülmesini emretti. Bir halkın geleceğini daha filiz vermeden boğmak istedi. Çünkü o biliyordu: Halk uyanırsa, bir araya gelirse ve başlarına bir lider geçerse, tahtı yıkılırdı. O çocuk yalnızca bir çocuk değildi. O çocuk, potansiyelin, değişimin, adaletin sembolüydü. Firavun, bir çocuğun bile sistemi sarsabileceği ihtimalinden ölümüne korktu.
Bu olayın ardında yalnızca bir kehanet değil, derin bir toplumsal analiz yatar. İsrailoğulları Mısır’da köle statüsünde yaşıyordu. Zamanla çoğalmışlar, örgütlenmişler ve içlerinden bir kıvılcımın doğmasını bekler hale gelmişlerdi. Firavun’un korkusu bir çocuğun doğmasından değil, bir halkın uyanmasından kaynaklanıyordu. Bir lider, bu uyanışı gerçekleştirebilirdi. Bu nedenle İsrailoğullarının yeni doğan çocuklarını öldürttü. Çünkü onlar, yalnızca bebek değildi; geleceğin değişim iradesiydi.
Bu hikâye bize uzak değil. Bugünün Firavun’u belki başında taç taşımıyor. Belki sarayları yok. Ama elinde daha güçlü bir silah var: teknoloji bağımlılığı.
Bugün çocuklar öldürülmüyor. Ama zihinleri törpüleniyor, dikkatleri dağılıyor, hayalleri bastırılıyor. Artık hiçbir çocuk düşünmek için durmuyor, sorgulamak için beklemiyor. Ellerinde telefon, gözleri ekranlarda, dillerinde eğlenceli ama içi boş videolar var. O çocuklar, potansiyel birer Musa olabilirlerdi. Ama potansiyellerinin yüzde birini bile kullanamadan, ekranın sonsuz kaydırmalarında kayboluyorlar.
Ben çok zeki çocuklar gördüm. Yaşlarının çok ötesinde düşünen, gözlerinde ışık taşıyan çocuklar. Ama o ışık, ekranların soğuk parıltısında sönmüş durumda. Düşünemiyorlar, üretemiyorlar, kendi gerçeklerini inşa edecekleri fırsatları başkalarının hazırladığı sanal dünyalara teslim etmişler.
Bu bir rastlantı değil. Tıpkı Firavun’un yeni doğan çocukları öldürtmesi gibi, günümüzde de çocuklar ekran başında bağımlı hale getirilerek etkisizleştiriliyor. Sistem adeta diyor ki: “Düşünmeye başlarsan beni tehdit edersin. O yüzden seni eğlendireyim, bağımlı yapayım, oyalayayım.” Bu bir tesadüf değil, bilinçli bir tercihtir.
Gelir dağılımındaki korkunç eşitsizliğin bu kadar yıldır devam edebilmesinin asıl nedeni, işte bu çocukların düşünememesidir. Dünyayı yöneten egemen güçler, bu eşitsizliği sürdürmek için stratejik tedbirler alır. Çocukların sorgulamasını istemezler. Onları zevk peşinde koşan, kolay hazlarla yetinen, biyolojik olarak büyümüş ama ruhsal olarak olgunlaşmamış bireyler haline getirerek kontrol altında tutmak isterler.
Çocukların ayarlarını bozdular. Onlardan sorumluluk duygusunu aldılar. Haz veren şeyler iyidir yapılmalıdır, haz vermeyen şeyler kötüdür onlardan kaçınmalı fikrini çocuklara aşıladılar. Görev odaklı, ilke odaklı, prensip odaklı çocuklardan; duygu, istek ve haz odaklı çocuklar yarattılar. Birkaç nesil böyle devam edince toplum, tüm ilkelerini, inançlarını, prensiplerini terk edip adeta histerik bir topluma dönüştü.
Bu yüzden çocuklar yalnızca teknolojiden değil, duygusal bağlardan da uzaklaştırıldılar. Çünkü güçlü ilişkiler, sisteme tehdit oluşturur. George Orwell’ın “1984” adlı eserinde Büyük Birader, birbirini çıkarsız seven iki aşığı sistem için en büyük tehdit olarak görür. Çünkü sevgi; bağlılık, cesaret ve fedakârlık doğurur. Sistem böyle bir şeyi kabul edemez. Eğitim sistemleri bireyin ruhunu değil, üretim çarklarına hizmet edecek bireyleri yetiştirmek üzere kurgulanır. Aile yapısı ya çok baskıcı ya da aşırı gevşek hale getirilerek denge bozulur. İnsan ilişkileri hız, çıkar ve yüzeysellik üzerine kurulur. Egemen güçler, mevcut statükoyu korumak için bu yapay düzeni inşa ettiler
Ancak bu tablo mutlak değildir. Ya bir çocuk gerçekten düşünmeye başlarsa? Ya biri bu ekran hapishanesinden başını kaldırıp “Ben kimim ve neden yaşıyorum?” derse? Ya bir Musa daha doğarsa?
İşte sistemin asıl korkusu burada başlar. Bu yüzden her çocuğu “meşgul” tutmak isterler. Oysa biz çocuklara başka bir yol gösterebiliriz. Onlara hayatın sadece hazdan ibaret olmadığını, güçlenmenin ancak zorluklardan geçerek mümkün olduğunu anlatabiliriz.
Çocuklar sorumluluk almalı. Erken yaşta kendilerinden beklenen görevleri üstlenmeli. Hata yapmalı, yüzleşmeli, düşmeli ve ayağa kalkmalı. Fiziksel ve ruhsal acıya karşı dayanıklı olmalı. Çünkü güçlü bir liderlik, rahat yataklarda değil, çetin yolların içinde büyür. Sorumluluk duygusu, bireyi sadece ayakta tutmaz; aynı zamanda çevresindekileri de ayağa kaldırır. Bugünün çocukları, dirençli oldukça şekillendirilen değil, şekillendiren bireyler olabilir.
Biz öğretmenler, ebeveynler, büyükler; çocukların içindeki liderliği keşfetmelerine yardımcı olmalıyız. Onları ekrandan kurtarıp, gerçek dünyaya, düşünmeye, sorgulamaya, üretmeye yönlendirmeliyiz. Çünkü tarih boyunca olduğu gibi bugün de Firavunlar yaşıyor. Ve hedef yine aynı: çocuklar.
Ama unutmamalıyız ki, Hz. Musa da bir zamanlar bir çocuktu. Ve o çocuk, bir halkın kaderini değiştirdi. Yeni bir Musa’nın doğması için, bizim önce ona inanmamız ve onun için çabalamamız gerekir.
Yorumlar
Kalan Karakter: