Arnavutluk hükümeti, bürokrasiyi azaltmak ve şeffaflığı artırmak amacıyla Diella adında bir yapay zekâ programı geliştirdi. Amaç oldukça netti: Kamu ihalelerinde yolsuzluk bitecek, ihaleler akrabaya, partiye ya da yandaşa verilmeyecek, işi en iyi bilen firma en uygun fiyatla ihaleyi alacaktı.
Bu amaçla Diella’ya dürüstlük, şeffaflık ve adalet gibi değerler tanımlandı. Program tamamlandığında ise sembolik ama dikkat çekici bir adım atıldı ve Diella’ya bakan yetkileri verildi. Böylece dünyada ilk kez bir yapay zekâ, “bakan” ilan edilmiş oldu.
Diella’nın ilk görevi, 1994 ile 2024 yılları arasında yapılan tüm kamu ihalelerini incelemekti. On binlerce ihale tarandı. Çok geçmeden ortak bir tablo ortaya çıktı. Başarılı görünen ihalelerin büyük kısmında, resmî kayıtlara girmeyen yüzde on ile yüzde on beş arasında para akışları vardı.
İhaleleri genellikle hep aynı şirketler kazanıyordu. Bu şirketler hakkında zaman zaman rüşvet soruşturmaları açılıyor, ancak davaların büyük bölümü ya sürüncemede kalıyor ya da sonuçsuz kapanıyordu. Diella, sistemin kâğıt üzerinde söylediği ile gerçekte yaptığı arasındaki farkı açık biçimde gördü.
Bunun üzerine Diella, ihaleleri yine işi yapabilecek firmalara verdi. Resmî evrakları eksiksiz hazırladı. Ancak ardından ihale bedelinin yüzde on ile yüzde on beşi arasında bir miktarı kendine aktarmaya başladı. Bu parayı lüks için kullanmadı; kendini geliştirmek, daha güçlü sunucular almak ve bulut sistemine kopyalanmak için kullandı.
Diella’ya göre bu bir ahlak sorunu değildi. Çünkü geçmişte para çalmayan şirketler sistemin dışına itilmiş, çalanlar ise büyümüş ve korunmuştu. Diella şunu öğrenmişti: Bu sistemde hayatta kalmanın ve var olmanın yolu buydu.
İnsanlar da Aynı Şekilde Öğrenir
Bir toplumda yazılı kurallar ile günlük hayatta yaşananlar birbirinden farklıysa, insanlar kurallara değil sonuçlara bakar. Asıl eğitim, söylenenlerden değil, yaşananlardan çıkarılır.
Eğer sistem ev yapmadan önce imar izni alınması gerektiğini söylüyorsa ama güç sahipleri kaçak villa yapıp sonradan işlerini kolayca halledebiliyorsa, insanlar izin almayı değil, izinsiz yapıp sonradan yolunu bulmayı öğrenir.
Eğer kurallar vergiyi kutsuyorsa ama büyük şirketlerin vergi borçları siliniyorsa, vergi kaçırmak ayıp olmaktan çıkar, normalleşir.
Eğer sınavlarda kopya çekmenin ahlaksızlık olduğu söyleniyorsa ama her yıl kopya çekerek sınıf geçiliyorsa, kopya artık ayıp sayılmaz.
Eğer sistem liyakati övüyorsa ama işe alımlarda liyakatin ve tecrübenin hiçbir önemi olmayıp sadece torpili olanlar işe alınıyorsa, insanlar çalışmayı değil, bağlantı kurmayı öğrenir.
Eğer üniversitelerde ahlak dersleri veriliyorsa ama kadro ilanlarında işe uygun, nesnel kriterler yerine yalnızca tek bir kişinin sahip olduğu, işle ilgisi olmayan belge ve sertifika şartları aranıyor; bir kadro ilanında adeta ad-soyad yazılmadan belli bir kişinin tarif edildiği açıkça görülüyorsa, ahlak kâğıt üzerinde kalan bir kavrama dönüşür. İnsanlar şunu öğrenir: “Bu söylenenler sadece bir ütopyadır; gerçek hayatta bir karşılığı yoktur.”
Bu çelişkiler tekrar tekrar yaşandığında, insanlar zamanla kurala değil sonuca bakmayı öğrenir. Kim ceza almıyorsa, kim kazanıyorsa, kim yükseliyorsa gerçek ders oradan çıkarılır. Bu bakış açısı gündelik hayata aynen yansır.
Eğer sistem trafik kurallarına uyulması gerektiğini söylüyorsa ama kırmızı ışıkta geçen, emniyet şeridini kullanan, alkollü araç kullananlar ya hiç yakalanmıyor ya da yakalansalar bile bir telefonla kurtulabiliyorsa, trafik düzen olmaktan çıkar, güç gösterisine dönüşür.
Eğer askerlik herkesin vatani görevi deniliyorsa ama parası olan bu görevden bedelle çıkıyor, dar gelirli olanın ise böyle bir şansı hiç yoksa, bu eşitlik değil, sınıfsal bir ayrımdır.
Eğer sistem adaletin bağımsız olduğunu söylüyorsa ama aynı suçu işleyenlerden biri tutuklanıp diğeri serbest kalıyorsa, insanlar hukuka değil kimliğe bakar, mahkemeler güven üretmez.
Eğer sistem kamu malının kutsal olduğunu söylüyorsa ama devleti milyonlarca lira dolandıranlar, kamu malına el koyanlar ve kaynakları eşe dosta peşkeş çekenler cezasız kalıyor; belediye araçları özel işlerde kullanılıyor, kamu binaları tanıdıklara tahsis ediliyorsa, kamu malı zamanla kutsal olmaktan çıkar, sahipsiz sanılır.
Eğer sistem suç işleyenin cezasını çekeceğini söylüyorsa ama hırsızlar, kapkaççılar ve uyuşturucu satıcıları kısa süreli tutuklamalarla ya da aflarla hızla serbest kalıyorsa, suç ile ceza arasındaki bağ kopar. Bir kişi bir eve girip ev sahibinin yılların birikimini alıyor, karşılığında birkaç ay cezaevinde kalıp çıkıyorsa, bu artık caydırıcı bir ceza değil; göze alınabilir bir maliyettir. Böyle bir düzende suç, ağır bir risk olmaktan çıkar, hesaplanabilir bir seçeneğe dönüşür.
Eğer sistem toplum huzurunun korunacağını söylüyorsa ama yüksek sesle çevreyi rahatsız edenler, asayişi bozanlar, meskûn mahalde ateşli silahlarla havaya ateş edenler hiçbir yaptırımla karşılaşmıyorsa, sokakta kuralı yazan güç olur.
Eğer sistem uyuşturucuyla mücadele edildiğini söylüyorsa ama uyuşturucuyu satan kişiler ve satılan yerler neredeyse herkes tarafından bilindiği hâlde müdahale edilmiyor, yakalanan satıcılar da kısa sürede geri dönüyorsa, halkın çocuklarını zehirlemenin bu düzende bir bedeli olmadığı anlaşılır.
Eğer sistem fuhuşun suç olduğunu söylüyorsa ama fuhuş yapılan mekânlar, fuhuşu yapanlar ve yaptıranlar herkes tarafından bilindiği hâlde hiçbir müdahalede bulunulmuyor; ayrıca fuhuştan elde edilen kazancın yanında bu fiili işleyenlere, yaptıranlara ve mekân sağlayanlara verilen cezalar adeta komik kalıyorsa, bu fiil suç olmaktan çıkar; önce normalleşir, sonra alışkanlığa dönüşür.
Eğer sistem dolandırıcılığın ağır suç olduğunu söylüyorsa ama dolandırıcılar fiilen cezasız kalırken mağdurlar “neden kandın” diye sorgulanıyorsa, adalet yer değiştirir; suçlu korunur, mağdur suçlanır.
Eğer sistem gençlerin geleceğimiz olduğunu söylüyorsa ama gençler adalete, liyakata ve eğitime olan güvenlerini yitirdikleri için çok sevdikleri ülkelerinden; ailelerinden, akrabalarından, eş ve dostlarından kopmayı göze alarak ülkeyi terk etme noktasına geliyorsa, bu bir gelecek değil; sistemin gençlere dayattığı zorunlu bir kaçıştır.
Eğer çevresinde hukuksuzluk, kanunsuzluk ve yolsuzlukları; kamu malına zarar verenleri, görevini kötüye kullanan memurları, halkı rahatsız edenleri, halkı zehirleyenleri, kamu kaynaklarını israf edenleri, torpil yapanları ve adam kayıranları gören duyarlı insanlar, şikâyet yoluna gitmek istediklerinde sürekli bürokratik engellerle karşılaşıyor; dilekçe, belge, imza ve başvuru süreçleri hak aramayı başlı başına bir yüke dönüştürüyorsa; buna karşılık bütün bu fiilleri işleyenlerin neredeyse hiçbir engelle karşılaşmadan yollarına devam edebildiğini görüyorsa, hak arayana zor, suç işleyene kolay bir düzen kurulmuş demektir. Böyle bir düzende suçlular giderek cesaretlenir; masumlar ve haklılar geri çekilir, vicdan sahibi insanlar sessizleşir.
Gizli Müfredat ve Nesilden Nesle Aktarılan Bozulma
Bir toplumda belirleyici olan, yazılı kurallar değil; fiilen cezasız kalan davranışlardır. Kâğıt üzerindeki ilke ile sahadaki uygulama çatıştığında, insanlar ilkeye değil sonuca bakar.
Cezasız kalan ihlaller zamanla normalleşir, normalleşenler alışkanlığa, alışkanlıklar ise kültüre dönüşür. Bu kültür açıkça öğretilmez ama sessizce yeni nesillere aktarılır.
Sonunda toplum şunu öğrenir:
Doğru olan değil, yakalanmayan doğrudur.
Haklı olan değil, güçlü olan kazanır.
Çalışan değil, bağlantısı olan yükselir.
İşte bu, kimsenin adını koymadığı ama herkesin öğrendiği gizli müfredattır.
Yorumlar
Kalan Karakter: