Dinin Amacından Sapan Yapılar ve Aileyi Geri Plana İten Yaklaşımlar
İslam toplumu kurma iddiasıyla ortaya çıkan hareketler ve cemaatler başlangıçta ihlâs, adalet ve merhamet gibi değerleri benimseyerek yola çıksalar da zamanla bu amaçlardan uzaklaşıp sayı artırma, güç kazanma ve etki alanını genişletme çabasına yönelebilmektedir. Böyle durumlarda insanların aile içindeki sorumlulukları geri plana itilmekte, dinî hizmet iddiası aile düzeninin üstüne çıkarılmaktadır. Oysa İslam’da bir amelin değeri dış görüntüsüne değil, niyetin doğruluğuna bağlıdır. Niyet bozulduğunda yapılan iş ne kadar gösterişli görünürse görünsün dinî açıdan değerini kaybeder.
Tarih boyunca bazı yapılar mensuplarının düşünmesini istememiş, eleştiriyi itaatsizlik gibi göstermiştir. Oysa İslam’da hakkı söylemek esastır. Hz. Ömer’in hutbede “Eğrilirsem ne yaparsınız?” sorusuna verilen “Seni kılıçla düzeltiriz” cevabı; adaletin kimsenin makamına bakmadığını, önemli olanın sorgulamadan itaat etmek değil, doğruya sahip çıkmak olduğunu anlatır.
Geçmişte bazı cahil köylüler veya mensuplar, şeyhlerinin ya da önderlerinin bağında, bahçesinde veya tarlasında bedavaya çalışarak İslam’a hizmet ettiklerini zannederlerken gerçekte ailelerini ihmal ediyor ve açık bir kul hakkı işliyorlardı. Dinî söylemler, insanları fiziksel iş gücüne yönlendirmek için kullanılıyor; birçok aile perişan bırakılıyordu. Bugün ise iş gücüne eskisi kadar ihtiyaç olmadığı için aynı amaç bu kez farklı araçlarla sürdürülmektedir. Bu defa sayısal çokluk, sürekli faaliyet, sohbet ve vaazlara katılım gibi yöntemlerle insanların zamanları, emekleri ve duyguları sömürülmektedir. Dün hangi söylem etkiliyse o kullanılıyor, bugün ise aynı amacı sürdüren yeni yöntemler devreye sokuluyor. Amaç değişmiyor: halkın emeğini, zamanını ve duygularını istismar etmek. Değişen yalnızca yöntemlerdir.
Bugün bu tür otoriteler kendini başka şekillerde gösteriyor. Sohbet grupları ve sürekli verilen “teslim ol, sorgulama” mesajları, özellikle kadınların manevi duygularını hedef alarak insanı farkına bile varmadan ailesinden uzaklaştırabiliyor. Böyle yapılar kişiye, “bize bağlı kalmak zorundasın” hissi vererek hem zihnen hem de fiilen evden kopmasına yol açabiliyor. İnsan evin içinde bulunsa bile zihni orada olmadığı için bu durum da bir çeşit ihmal sayılıyor; hatta dinî açıdan fiziksel ihmalle aynı derecede ciddi bir kul hakkı doğuruyor. Kadınların duygusal tarafını suistimal eden bu manipülasyonlar, aile sorumluluklarının geri plana itilmesine, ev içinde huzursuzluk ve soğukluk oluşmasına neden olabiliyor.
Bu tablo, bizi doğal olarak ikinci önemli noktaya götürüyor: Kur’an’ın aileyi önceleyen yaklaşımı.
Kur’an’ın Aileyi Önceleyen Yaklaşımı ve Dış Otoritenin Tehlikeleri
İslam’ın ilk dönemindeki kadın modeli bunun tamamen tersidir. Hz. Âişe sadece ibadet öğretmemiş; doğruyu delille bulmayı, düşünmeyi, sorgulamayı ve yanlış olanı düzeltmeyi öğretmiştir. Sahabe kadınlarının bir halifeye ayet okuyarak yanlış bir görüşü düzeltmesi, ilmin toplumdaki yerini ve sorgulamanın önemini gösterir. Bu nedenle din adına ortaya çıkan bazı yapıların aile üzerindeki etkisine dikkat edilmelidir. Din insanı merhamete, adalete ve sağlam aile bağlarına çağırır. Dolayısıyla din adına yapılan her çağrı, önce aileyi korumayı ve güçlendirmeyi hedeflemelidir. Ne var ki bazı yapıların dinî kavramları kendi düzenlerini güçlendirmek için kullanması, insanları ailelerinden uzaklaştırmakta ve aile sorumluluklarını küçümseyen bir anlayış oluşturmaktadır. İslam ise bu tür dış yönlendirmelerin aileyi zayıflatmasına karşı kendi içinde güçlü bir mekanizma koymuştur.
Kur’an, aile içi sorunların çözümünde de önce aileyi devreye sokar. Nisa Sûresi 35. ayette “Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Düzeltmek isterlerse Allah aralarını bulur” buyrularak aile büyüklerinin ilk başvuru mercii olması tavsiye edilir. Bunun birçok hikmeti vardır. Aileden hakem olacak kişiler eşlerin mizaçlarını, iletişim tarzlarını, geçmiş sorunlarını ve aile içi dengeyi bilir. Ayrıca tarafların ayrılmasından en çok üzüntü duyacak olanlar da onlardır. Bu nedenle barıştırma niyetleri daha güçlü ve daha samimidir.
Dışarıdan bir şeyhe, hocaya veya uzmana gidildiğinde ise bu kişilerin aile yapısını bilmemesi, sorunları uzaktan yorumlaması ve kimi zaman kendi otoritesini pekiştiren tavsiyelerde bulunması riski vardır. Kur’an’ın aileyi öncelemesi hem mahremiyeti korumak hem de gereksiz dış yönlendirmelerin aileyi zayıflatmasını engellemek içindir. Bu nedenle aileyi devre dışı bırakan, eşleri birbirinden uzaklaştıran veya dış otoritenin talimatlarını aile sorumluluklarının önüne koyan hiçbir yaklaşım İslam’ın ruhuyla bağdaşmaz. Bu dış yönlendirmelerin etkisinden korunmanın yolu ise aile içinde sağlıklı bir sorumluluk düzeni kurmaktır.
Dinî görevler, çalışma ve aile sorumlulukları açısından net bir zaman yönetimi ve öncelik sıralaması olmalıdır. Eşler faaliyetlerini planlarken birbirlerinin rızasını almalı, çocukların bakımında oluşabilecek aksaklıkları birlikte telafi etmelidir. Aileyi zayıflatan, eşler arasında uzaklaşmaya neden olan her yönlendirme kul hakkı doğurur. Bu tür yapılanmalar zamanla eşlerin birbirinden uzaklaşmasına, çocukların ihmal edilmesine ve ev içi huzurun bozulmasına sebep olabilir. İslam’da kul hakkı büyük bir sorumluluktur ve kişinin ailesine karşı görevleri bu sorumluluğun merkezinde yer alır.
Bu ilkeler bizi son ve en önemli noktaya götürüyor: Peygamber’in örnekliği ve kul hakkının üstünlüğü.
Peygamber’in Öncü Metodu, Kul Hakkının Üstünlüğü ve Bugünün Toplumsal Uyarısı
Peygamber Efendimiz hayatı boyunca ailesini ihmal etmemiştir. Aileyi geri plana atan hiçbir söylem İslam’ın ruhuyla uyumlu değildir. Aileden kopmayı fedakârlık gibi gösteren yaklaşımlar uzun vadede çocukların bakımının aksamasına, eşler arasında soğukluğa ve anne-baba hakkının ihlaline yol açabilir. Sorgulamayı engelleyen ve mutlak itaat isteyen yapıların tavrı ise Kur’an’ın düşünme, muhakeme ve delile dayanma ilkesine aykırıdır. Bu nedenle din adına ortaya çıkan hiçbir yönlendirme insanı ailesinden koparamaz.
Peygamber Efendimiz yeni bir toplum inşa ederken sayısal çoğunluk veya kısa vadeli güç hedeflerinin peşine düşmemiş, nitelikli insan yetiştirmeyi tercih etmiştir. Bu amaçla işe ilk önce eşi Hz. Hatice ve dokuz-on yaşındaki Hz. Ali ile başlamıştır. Çünkü ahlaklı bir toplum Muhammedi yöntemle inşa edilir. Tarihte sayısal çoğunluk ve siyasi güç toplumları yozlaştırmış; hiçbir dönemde bu yöntemle ahlaklı bir toplum kurulmamıştır. Memurların rüşvet aldığı, liyakatin kaybolduğu, adam kayırmanın yaygınlaştığı bir düzenin adı ister demokrasi, ister sosyalizm, ister şeriat olsun; bu düzen özü itibarıyla bozuk kalır. Hatta bu bozukluk hangi isimle anılıyorsa en çok o isme zarar verir. Toplumun bozulmasının kökeninde ise çoğu zaman aile içindeki sorumlulukların ihmal edilmesi yatar.
Fıkıhta öncelik sıralaması nettir. Kul hakkı içeren sorumluluklar, Allah hakkı içeren görevlerden önce gelir. Çünkü Allah kendi hakkını affedebilir; ancak kul hakkı, hak sahibinin rızasıyla affedilir. Bu nedenle eşlerin birbirine karşı görevleri, çocukların bakım hakkı ve anne baba hakkı farz-ı ayn niteliğindedir. Kur’an’da aile sevgi, huzur ve merhametin yuvası olarak tanımlanır ve korunması emredilir. Peygamber Efendimizin “Rabbinin hakkı vardır, nefsinin hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver” sözü bu dengeyi açık biçimde ortaya koyar.
Bu dengeyi bozan bir faaliyet—ister çalışma olsun, ister sohbet, ister “hizmet” adı taşısın—aileyi zayıflatıyorsa dinen doğru değildir. Çünkü Kur’an’da geçen “kavvâm” kavramı erkeğe sınırsız bir otorite vermez; tam tersine ona ailesini koruma, gözetme ve adaletle yönetme sorumluluğu yükler. Bu sorumluluk, İslam’ın en zor dönemlerinde bile geri plana atılmamıştır. Peygamber Efendimizin Uhud Savaşı’na katılmak isteyen bir gence “Annen izin verdi mi?” diye sorması ve izin olmadığını öğrenince onu savaşa kabul etmemesi, aile hakkının ümmetin varlık mücadelesi döneminde bile öne alındığını gösterir. “Eşin anlamaz, hizmete devam et” veya “Çocukları Allah’a emanet et” gibi söylemlerin İslam’da yeri yoktur. Aileye verilen bu güçlü önem, ebeveynlik sorumluluklarının da aynı ciddiyetle ele alınmasını gerektirir.
Anne ve babalık, çocuğun bakım, eğitim ve sevgi hakkını gözetmeyi gerektirir. Bu haklar ihlal edildiğinde kul hakkı oluşur. Çocuğun sevgi görmeden büyümesi veya aile içi sorunların çözülmeden devam etmesi hem aileyi hem toplumu olumsuz etkiler. Aile yalnızca duygusal bir birlik değil; toplumun ahlaki ve manevi temelidir. Bu nedenle aileyi zayıflatan, eşleri birbirinden uzaklaştıran veya çocukların bakımını geri plana iten hiçbir çalışma İslami bir faaliyet olarak değerlendirilemez. Abdullah b. Abbas’ın “Cennet annelerin ayakları altındadır” sözü aile sorumluluğunun dinî değerini hatırlatır. İslam toplumu güçlü aile yapısıyla ayakta durur; aile sarsılırsa toplum da sarsılır. Bu yüzden aileyi korumak her Müslümanın öncelikli görevidir. Bugün din adına ortaya çıkan her çağrıyı, her sohbeti ve her yapıyı bu ölçüyle değerlendirmek zorundayız: Aileyi güçlendiriyor mu, yoksa zayıflatıyor mu? Çünkü aile, bir toplumun ahlaki ve manevi temelidir. Aileyi zayıflatan hiçbir yol, hangi isimle anılırsa anılsın, İslam’ın yolu değildir.
Yorumlar
Kalan Karakter: